Onur GÜLBUDAK
Yasal ve etik standartlar bir yana, çocuğun kim olduğu pek de kışkırtıcı bir soru değildir. Bunun sebebi çocuk imajının yetişkin iktidarının anlam hiyerarşisine bağımlılığından ileri gelir. Çocuğa çocuk dememiz, yetişkinin kendisini çocuktan doğru aynalayarak var etmesidir. Öyle ki, çocuk ancak velayet edilen bir pozisyonda iken çocuktur. Velayet ve buna dayalı vesayetin olmadığı koşulda bağımsız bir çocuk imajından söz edilemez.
Gelişim sıralamasına bakıldığında, ontolojik manada makul olan, çocuktan referansla yetişkini tanımlamak olduğu halde, tersine, çocuğun varlık zemini yetişkinin çocuk üstündeki yetkesidir. Yani ancak yetişkin iradesi ile bir çocukluk telakki edilebilir. Bu, çocukla yetişkin arasındaki uzlaşmaz çelişkinin de sebebidir.
Bu yazı da dahil, çocuğa dair ürettiğimiz her söz ve eylem çocuğa ait değil, çocukluk adına üretilmiş bir gerçekliğe aittir. Bunu kabul etmek, başka deyişle uzlaşmaz çelişki ile yüzleşmek çocuğun çocukluğuna dair imkan aramayı sağlayabilir.
Çocuk, bir anne ve/veya babanın kendi varoluşsal tasarruflarında araçsallaştırdıkları bir alt imgedir. Üst imge ise yetişkinin yetkesine maruz kalacak şekilde varedilmiş toplumsal çocukluktur. Bu imgelerin ardında perdelenmiş birçok işlevsel yetişkin personası yer alır. Mesela çocuk imgesi, bir yetişkinin kendi yetişkinliğini onardığı/yeniden ürettiği/toplumsal kabullere uyumlandırdığı işlevsel bir araçtır. Bu yüzden çocuğun “özneliği”ni konuşmak oldukça zordur.
Yetişkinin kendini kurmak için çocuk imajına ihtiyaç duyması, bir yerde tarihin tekerrürü de gibidir. Zira, o yetişkin henüz çocukken kendini kurmak için bir yetişkin tarafından aynalanmaya ihtiyaç duymuştur.
Çocuk doğar ve o sıra kendisi değildir. Bedenine yabancıdır, varlığı, kendine mukayet olamayan bir acizlik ve yetmezlikle karakterizedir. Kendisinin nerede başladığının, nerede bittiğinin ayırdında değildir. Kendi bütünlüğünü diğerinden ayıramaz. Bu kesif yetmezlik ve karmaşada, ötekini (bakım veren yetişkin) kendisinin bir uzvu gibi görerek onunla birleşir. Kendini, kendi olmadığı halde kendi olarak tanıdığı bir yetişkin imgeyle (öteki) özdeşleştirir, kendisine ilk bakımı veren bu yetişkini kendisinin ispatı ve devamı olarak görür. Var olduğunu, onun kendisini tanımasına ve ötekiden gelen ayna etkisine borçludur. Varlığın ve hafızanın kuruluşu da buralarda bir yerde gerçekleşir.
Çocuğun yaşamının ilk evresinde kendini ötekiden (yetişkin) doğru yaşantılayıp tanımasıyla, yetişkinin ancak çocuğun varlığıyla varolması bir kader ortaklığı olarak da telakki edilebilir.
Nihayetinde, çocuk dünyaya getirmek normatif kültürün gereği ve yetişkinin bir fantezisi olduğundan, çocuğun özneliğinin inkarını getirir. Öyle ki, yetişkin ancak çocuğun dezavantajlı varlığıyla yetkin olacağından, çocuğun özneleşmesiyle varoluşsal olarak çelişmek zorundadır ve her iki varoluş çelişme-uzlaşma salınımında kendi alanlarını kurar, yeniden oluşturur.
Çocuğun kendini kurduğu yeri tam olarak anlama şansımız yoktur ama bunun için elbette bazı eşikler tartışmaya açılabilir. Fantastik eşiklerden biri konuşmanın öğrenilmesidir.
Konuşma deneyimi olan, dahası, konuşmalar üzerine var’landığımız varlıklarız. Böylece, konuşmayı bugünkü işlevi üzerinden bir insanlık normu olarak görüyoruz. Çünkü başka türlüsünü bilmiyoruz. Çünkü dil öncesi dönem deneyimlerimizi bugün bilinç düzeyinde yaşantılamıyoruz. Düşünerek yaşadığımız her durumda dil sonrası dönemin mutlak etkisi altındayız.
Ne var ki, çocuk, konuşmayı öğrenerek görkemli bir vazgeçişi gerçekleştirir. Bu itibarla, konuşmanın öğrenilmesi özneliğin öne çıkan momentlerinden biridir:
Dünyaya ağlayarak geliyoruz. Bunun ne demek olduğunu tam olarak bilemeyiz. Çünkü ağlamaya dair imgelerimiz paradoksal olarak ilk ağlama deneyimimizle bağ kurmamızı zorlaştırır. Bugün sahip olduğumuz metaforik, imgesel düşlem o sırada belki kahredici bir karanlık içinde olduğumuzu düşünmemize yardımcı olabilir ama daha fazlasıyla bağlantı kurmamıza engel olur.
Konuşmayı öğrenmeden öncesi yalnızca kendimizin bilebildiği gürültülü bir sessizlikti. Bu sessizlikte imgesizliğin özgürlüğü ile sarhoştuk; hesapsız, hudutsuz bir salınımdaydık.
Konuşmayı neden öğrendiğimiz ise gelişimsel bir gerçeklikten çok fazlasıdır. Bakım veren ve kendimizi birleşik hissettiğimiz o kişinin aslında ayrı olduğunu anlayıp, dayanılmaz bir boşluğa düşer düşmez tarihimizin en devrimci eylemini gerçekleştirdik, yani ayrıştık. Öteki ile ayrışmış olarak ilişki kurabilmek için ise dile ihtiyaç duyduk. Çünkü ayrıştığımız ve varolmak için onun arzu ettiği “şey” olmaya ihtiyaç duyduğumuz yetişkin konuşan bir varlıktı. Böylece öteki olan o yetişkinin arzusunun nesnesi olduk. Aksi halde varolmayacaktık. Zira, evrimsel gerçekliğimiz kendi gücümüzle memeye ulaşmamıza imkan vermiyordu. Devrimci bir eylemin nesne olmakla sonuçlanması, tarihsel bir yenilgi olarak görünebilir. Ne var ki, bu yenilginin, tüm eylem ve öznelik saiklerimizin temel kaynağı olduğu iddia edilebilir.
Tüm bunlardan ötürü söz’ü, yalnızca söz öncesinin gelişimsel bir aşaması olarak göremeyiz. Çünkü söz ile seslerin tercümesini yapmış olmadık. Sözsüzlük nitel olarak başka bir şeydir; bilemeyeceğimiz bir nitel aşamadır.
Bu gerilim, yani bakım verenden ayrışırken, özneleşirken öteki olan yetişkinin kullandığı dile uyumlanma gerilimi, sonraki yıllarda yaşadığımız hiçbir gerilimle mukayese kabul etmez, bu, onun söze dökülemezliğinden, dilin tahakkümünden bağımsız dağınık (!) bir alanda yaşanmış olmasındandır.
Konuşmayı öğreniriz ama bu süreçte bir yerde yetişkin de konuşmamayı öğrenir. Kanımca konuşmanın ve konuşmamanın karşılıklı öğrenilmesi varoluşumuzun en karmaşık ilişkisidir. İki nitel bilinmezliğin birbirine yürümesi arzunun da kurucu momentidir. Ne var ki, sözün ilerlemeci hegemonyası karşısında çocuğun sözsüzlüğü hızla etkisini kaybeder. Çocuk özneliğini konuşmayı öğrenerek ve yetişkinle dil üzerinden özdeşim kurarar sürdürür.
Bazen konuşmayı unuturuz, unutur gibi oluruz. İç seslerimiz yükselir, içimizdeki sözler serseri bir akışla dolaşır. Orada gramer yoktur, düzen yoktur, konuşmanın ritmi/tartımı yoktur. Bazı sözler, sözleri oluşturan imgeler vardır ama örüntülere hakim olamayız. Rüya gibidir, değil gibidir, belki rüyadır.
İşte o anlar aslında simgesellikle çerçevelenmiş olan gerçeklikten uzak olduğumuz ve hakikat olan gerçek’e yaklaştığımız nadir zamanlardır. Orası konuşamayan çocuk halimize yakınlaştığımız yerdir. Mesela aşk, mesela feda saikleri, mesela devrimcilik oralarda bir yerlerdedir. Özne olabildiğimiz her yerde söz öncesi halimizden büyük vazgeçişimizle söze yöneldiğimiz ve henüz sözün, imgenin esiri olmadığımız zamandan bir şeyler olacaktır.
Çocuğa çocuk demek bir retorik. Gerçek ise ancak vazgeçerek çocuk olabildiğimiz. Bunun yetişkinlikteki karşılığı ise, ancak çocuğun omzuna basarak yetişkin olabilmek. Demokratik imkanları çokça sınırlayan bu ilişkide bizi çocuk lehine akort edebilecek şey ise gerçeğe nadiren temas ettiğimiz yerler. İşte, çok korktuğumuz o an, işte coşkudan ne yapacağımızı bilemediğimiz ya da kafamızın çıldırasıya karıştığı o an ve elbet karanlık özgürlüğümüzle buluşabildiğimiz o tuhaf ülkeler: Rüyalarımız.
*Psikoterapist
** Bu yazı Sancı dergisinin “Değişen/Dönüşen Çocukluk Algısı” temalı 24. sayısında yayınlamıştır.